25 Temmuz 2017 Salı

DEFNE AĞACI

Tarih boyunca nice şehitler, üzerinde güven ve huzurla yaşadığımız vatan toprağını, kanlarıyla suladılar. Hiç düşünmeden canını ortaya koyan, aslan yürekli bu kahramanlar geride gözü yaşlı analar, yüreği yanan eşler, boynu bükük yetimler bıraktılar. Geride bıraktıkları Allah'a ve topluma en büyük emanetleriydi... Gözlerini kırpmadan, geriye dönüp bakmadan dua dua semaya uzanan...
Bazen türkülere, bazen şiirlere, bazen yazılara konu olan vatanın yılmaz bekçileri bir bir ayrılırken vatan topraklarından, "biz bir ölür bin diriliriz" nidasıyla bir destan yazdılar dillerde dolanan...
Emirler Köyü'nün dağlarında çobanlık yapan Ahmet çocukluğundan gençliğine haykırdığı vatan, bayrak ve millet sevdasıyla ülkenin bölünmez bütünlüğünü korumak adına yollara düştü. Jandarma Uzman Çavuş olarak görev yaptığı süre içerisinde sevdası uğruna yılmadan, yorulmadan mücadele etti.
Ve 2007 yılında Nisan ayının 15. günü Ahmet Güngör'e de şehadet şerbetini içmek nasip oldu kana kana... Peygamber Efendimiz'in doğduğu mübarek ayda, Peygamber Efebdimiz'in doğumuna müjde kanatları çırpan melekler bu defa Şehit Ahmet'in şehadetinin ardından dirilişine müjde kanatları çırptı.
Şehit olduğu Hozat Tunceli'nden doğduğu Tarsus'un Emirler Köyü'ne sonsuzluklar alemine yolcu edilmek üzere getirildi. O getirilirken defin işlemleri için gerekli hazırlıklar, şehit ailesinin mezarlıkta gösterdiği yerde, dönemin Çamalan Karakol Komutanı Ahmet Ateş komutasında yapıldı.
Ailenin defin işlemi için gösterdiği yerde bulunan 'Defne Ağacı', Çamalanlı Uzun Ali lâkaplı Ali Çatal tarafından budanırken, orada bulunan herkesi duydulandıran ve göz yaşlarına boğan olay vuku buldu. Dalların budanmasıyla birlikte 'Defne Ağacı'nın gövdesinde Şehit Ahmet'in çobanlık yaptığı dönemde ağacın gövdesine büyük harflarle kazıdığı AHMET yazısı görüldü.
Koyunlarını dağda güderken mertebeni, gömüleceğin yeri mi gördün? Neydi 'Defne Ağacı'na adını kazdıran? Neydi sen şehadet şerbetini içince 'Defne Ağacı'nın altına mezarını yaptırtan? Yıllar geçsede seni örnek yaşamın, herkese nasip olmayacak şehadetin ve 'Defne Ağacı'na kazıdığın yazı ile anacağız... Şehadetin mübarek olsun... Peygamber Efendimiz'in Liva-i Hamd Sancağı altında görüşmek üzere...


Emine KUREN

http://gullnamee.blogspot.com.tr


Yazılarımın izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması, yayınlanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur...

21 Temmuz 2017 Cuma

YIKILMADIK AYAKTAYIZ


Yıllar önce atalarımızın "Allah bu ülkeye bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın, 80 ihtilalini yaşatmasın" diyerek ettikleri duanın mahiyetini anladığımız bir gece oldu 15 Temmuz gecesi... Kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla genciyle, mensup olduğu ırk sahip olduğu siyasi görüşüyle her kesimden insanın milli birlik, beraberlik ve dayanışmanın en güzel örneğini sunduğu bu gecede geçmişte olduğu gibi hiç bir gücün Türk Devleti'ni yıkamayacağının bir kez daha destanı yazıldı.


Yankılanan sela sesleri millet olarak tarihte bizleri yolculuğa çıkarırken geçmişten ders alıp gelecek adına yön verecek kararları almamıza sebep oldu. Aldığımız bu kararlarla kimimiz tankın önüne yattı kimimiz kamyonuyla adam taşıdı. Bir kısmımız dua ordusu olurken bir kısmımız meydanlara dökülüp sancağı göndere çekmenin mücadelesini verdi. Bu mücadelenin sonunda şehadet şerbetini içenler meleklerin kanatlarında Rahman'a uğurlanırken gazilik onurunu yaşayanlar farklı yaşam öyküleriyle toplumun neferi oldular.


Ne geçmişte ne de bugün yıkılmadık, yıkılmayacağız. Yılmadık, yılmayacağız. Her daim ayakta kalacağız. Sorumluluk bilinciyle yaşadığımız toplumumuzu ve ülkemizi ayakta tutmanın mücadelesinde olacağız.


Bu duygularla ülke olarak tarihten ders çıkartıp geleceği adımlamalıyız. Geleceği adımlarken de sevgi, saygı, dayanışma içinde birlik ve beraberliği sağlayarak huzurlu ve barış dolu bir toplumun inşaasının gayretinde olmalıyız. Bizi yıkmak isteyenlere karşı gözü açık olmalı her zaman ve mekanda dik duruşumuzu büyük bir onur ile sergilemeliyiz.  Vesselâm...

Emine KUREN


http://gullnamee.blogspot.com.tr

Yazılarımın izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması, yayınlanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur...

11 Temmuz 2017 Salı

KAYANIN DİBİNDEN DOĞAN GÜNEŞ

Yaptığı erken evlilik ve ardı ardına dünyaya gelen dört erkek evladıyla köyünde verdiği mücadele dillere destandı. Kimine abla, kimine sırdaş, kimine dost, kimine de yoldaştı. Bazen sofrasındaki bir kuru ekmekle bazen de bir tas çorbayı paylaşınca mutlu olurdu. Başkalarının derdiyle dertlenip çözüm bulmak için hüzün ve gözyaşıyla çırpınırdı.


Ardı ardına olan dört evladını kısa aralıklarla evlendirmişti. Bu evliliklerden altı tane torunu olmuştu. Kendilerine ait bir arsada her bir evladına ayrı ayrı tahsis ettiği küçük kulübelerde çocukları, gelinleri ve torunlarıyla huzur içinde yaşıyorlardı. Eşi, çocukları ve gelinleri köy ağasının tarlalarında ırgat olarak çalışıyorlardı. Kendisi de köy ağasının çiftliğinde aşçılık yapıyordu.


Bir sabah mide bulantısıyla uyandı. Koşarak lavaboya gitti. Mide bulansı ve baş dönmesi yaşayınca telaşlandı. Kimse görmeden şehre gidip hamilelik testi aldı. Eve gelip bu testi yaptığında hamile olduğunu gördü ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Çünki o torun sahibi biriydi. Bu düşünceyle o kadar çok utanmıştı ki... Bu utançla hamile olduğunu kimseye söylemedi.


Kilolu birisi olunca aylarca kimse onun hamile olduğunu anlamadı. Bir sabah sancıyla uyandı. O kadar telaşlanmıştı ki eşine ve çocuklarına işe gidemeyeceğini acilen şehre gitmesi gerektiğini söyledi. Büyük bir hızla ve telaşla evden çıktı. Köy dolmuşuna bindi. Belirli bir noktaya geldiğinde dolmuştan indi ve dağa doğru yürümeye başladı. Yürürken sancısı arttı. Tüm doğum belirtileri gerçekleşirken eşine, çocuklarına, torunlarına ne diyeceğinin hüznüne kapıldı. Torunları olan birisinin nasıl olurda bebeği olur utancı yaşadığı için bebeğini dağda doğurup bir kayanın dibinde bırakma kararı aldı.


Dağda gördüğü büyük bir kayanın dibine oturup artan en son sancı ile birlikte bebeğini dünyaya getirdi. Köyün ebesinden edindiği tecrübe ile bebek doğduktan sonra yapılması gerekenleri gözyaşı ve acıyla yaptı. Bebeğini bağrına bastı, öptü ve kokladı.  Uzun uzun emzirdi. Sonra bebeğini bir kundağa sarıp okuduğu ağıt ve ettiği dualarla kayanın dibine bıraktı.


Masum bakışlı bebem ninen sanma ben ananım...
Senin hasretinden şimdiden yandı sol yanım...
Bebe kokuna doyamadım....
Oy dağlar ben nidem, durmaz akar göz yaşlarım...


Canından bir parçayı dağda bırakmış olmanın dayanılmaz acısıyla köye doğru yürümeye başladı. Köye yaklaşırken köyün girişinde yaşanan kargaşayı fark etti. Kargaşadan yükselen çığlıklarla ürperdi. Kargaşanın olduğu yere doğru koşmaya başladı. Olay yerine geldiğinde bir traktörün devrildiğini ve üzeri kapalı cesetleri gördü. Orada bulunanların kendisini gördüğünde susmalarına ve kendisine boş gözlerle bakmalarına bir anlam veremedi. Olay mahalini, devrilen traktörü ve üzeri örtülü cesetleri süzdü. Üzeri örtülü cesetlerden birinin dışardaki elinin yanında duran yün bebeği fark etti. Bu bebek torunu için işlediği bebekti. Koşarak cesedin yanına gitti. İşlediği bebeği eline aldı. Sonra cesedin dışardaki eline baktı. Bu elin sahibi torunundan başkası değildi. Feryat ederek cesedin üzerini açtı ve yüzünü öptü. Yine feryat ederek ve koşarak diğer cesetlerin üzerini açtı. Üzerlerine kapanarak ve ondan ona koşarak döktüğü gözyaşları ve feryad-ı figanı yürekleri dağladı.


Kendisi dağda iken eşi, çocukları, gelinleri ve torunları köy ağasının traktörüyle çiftliğe giderken traktör şarampole yuvarlanmış traktörü kullanan şoförle birlikte traktörün kasasında bulunanların hepsi ters dönen kasanın altında can vermişti.


Yaşadığı bu büyük acıyla tüm ailesini toprağa emanet ederken aklına dağda bıraktığı bebeği geldi. Benim dağda bir bebeğim var diye bağırmaya başladı. Herkes üzüntüden aklını yitirdiğini sandı. Köy muhtarı onun gözyaşlarına ve feryadına dayanamadı. Cenazelerin defin işlemlerinden sonra teselli olması için birkaç kişiyle birlikte atlara binerek O'nun bahsettiği kayanın dibine geldiler. Gördükleri manzara karşısında şaşkına döndüler. Güneşten yüzünün bir tarafı kızarmış bebeği alarak köye geldiler.


Kaya ismini verdiği bu bebek hayatının geri kalan kısmında en büyük tesellisi oldu. Kaya kendisini büyük emeklerle büyüten annesine lâyık bir evlat olmak adına mücadele verdi. Veterinerlik Fakültesi'ni büyük bir başarı ile bitirdikten sonra yine verdiği mücadelelerle şehirde bir klinik açtı. Köyüne tavuk çiftliği kurdu. Ziraat mühendisi biriyle evlendikten sonra işlerini genişletti. Annesine altı torun sevgisi yaşattı.


Annesi Kaya'ya 'kayanın dibinden doğan güneşim' diye iltifat ederdi. Annesinin hiç olmaz dediği bir anda şükür sebebi olan  Kaya, hayatının dönüm noktası ve annesinin itifatına ilham olan bu kayanın bulunduğu araziyi devletten satın alarak hem kendi mesleğini hem de eşinin mesleğini icra edebilecekleri bir konuma getirdi. Yine aynı araziye çocuklarıyla ve annesiyle birlikte mutlu bir şekilde yaşayabilecekleri bir ev yaptırdı. Yıllarca kendisiyle birlikte burada yaşayan annesi vefat edince annesinin vasiyeti üzerine kayanın dibine defnetti.


Hayat bazen hiç olmaz dediklerimizi karşımıza çıkarabilir. Önemli olan böyle zamanlarda karşımıza çıkan olmazları kabullenmeyi bilmektir. Ve olmazları olduran Allah'a şükredebilmektir. Vesselâm...

Emine KUREN

Gerçek Yaşam Öyküsü...

http://gullnamee.blogspot.com.tr

Yazılarımın izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması, yayınlanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur...


CAN'DA CANDIR ŞEVKET CAN


Yıllar önceydi... Bir derneğin başkanlığını yapıyordum. Kültür Merkezi'nde bir konferans organizesi yapmıştık. Konferans öncesi bir operasyon geçirmiştim. Dikişlerim henüz üzerimdeydi. Pansuman olmak için hastaneye giderken konferansın hazırlıklarını kontrol etmek adına derneğe uğradım. Derneğe vardığımda afişlerin asılması için görev verdiğimiz arkadaşlarımızın görevlerini yerine getirmediğini gördüm. Bu duruma hem çok sinirlendim hem de çok üzüldüm. Bu sinir ve üzüntüyle afişlerin bulunduğu büyük poşeti elime aldığım gibi belediyeye gittim. Belediyenin kapısına geldiğimde rahatsızlığımın verdiği acıyla gözlerimden istem dışı gözyaşlarımın aktığını fark ettim. Elimdeki afiş poşetini bu gözyaşları ve acıyla sürükleyerek belediyenin içinde ilerlemeye başladım. İlerlerken birden karşımda bir bey belirdi. Bana önce cebinden çıkardığı peçeteyi uzattı. Sonra belediyeye gelme sebebimi ve neden ağladığımı sordu. Bende afiş astırma işlemleri için geldiğimi ve geçirdiğim ameliyattan dolayı şiddetli ağrılarım olduğunu, bu sebeple ağladığımı söyledim. Bunun üzerine elimdeki poşeti alıp beni itfaiyenin önüne kadar götürdü. İtfaiyedeki arkadaşlara gerekli işlemlerin yapılması konusunda yardımcı olmalarını söyledi. Beni büyük bir yükten kurtaran, bana yardımcı olan bu kişi dönemin fen işleri müdürü şimdinin ise Tarsus Belediye Başkanı Şevket Can'dan başkası değildi.


Birilerinin makam, koltuk sevdasıyla burunlarının kaf dağında olduğu bir devirde mütavezi kimliği ile her kesimden insanın sevgisini kazanan canda candır Şevket Can... Bu olay dikişlerimin açılmasına ve tekrar bir operasyon geçirmeme sebep olsa da soyadı gibi tüm Tarsus'a can olan birini yakından tanımama vesile olduğu için her daim büyük bir sevgiyle ve mutlulukla anıyorum...


Objektif düşüncede olan bir insanım. Siyaseti sevmiyorum, ilgilenmiyorum. Sevdiğim birkaç siyasetçi var. Sevdiğim birkaç siyasetçiden biridir Şevket Can... Bazen bana soruyorlar; "Neden seviyorsun?" Ben de diyorum ki; "başkasının haliyle hallenebilen, derdiyle dertlenebilen, mutluluğunda mutlu olabilen, acısını yüreğinde hissedebilen, ailesine ve halkına tutumu ile örnek olan, her şeyden öte en zor anımda bir hızır misali yanımda beliren ve yardımını esirgemeyen birini neden sevmeyeyim..." Bizim sevgimiz sözde değil özde, çıkarsız Allah içindir... Vesselâm...


11.07.2017

Emine KUREN

http://gullnamee.blogspot.com.tr


Yazılarımın izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması, yayınlanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur...

2 Temmuz 2017 Pazar

KUMBARA

Soğuk bir kış günü, lapa lapa kar beyaza bürürken dört bir tarafı, doğum sancıları tutmuştu. Köy yollarının kapalı olmasından ve telefon tellerinin kopmasından dolayı ulaşımda sıkıntı yaşanmış, tüm köyü büyük bir panik ve telaş sarmıştı. Bu panik ve telaşla kar kızağı ile köyden şehire doğum için giderken bebeğini dünyaya getirmiş ancak bebeğini kucağına alamadan yolda vefat etmişti.


Karla kaplı köy yolunda dünyaya geldiği için babası ona Berfin ismini vermişti. Berfin küçük yaşlarda hayatı göğüslemiş, zor şartlar altında çok büyük mücadeleler vermişti. Önce köy hayatı ve ardından üniversite ile gelen şehir hayatı O'nu başarıya götüren basamaklar, tüm bu basamakları adımlarken en büyük destekçisi ise babasının verdiği nasihalar olmuştu.


Bir doğum günü akşamında babasıyla çaylarını yudumlarken, babası kendisi için hazırladığı doğum günü paketini buğulu gözlerle ve hayatının dönüm noktalarını oluşturacak sözlerle verdi. Babasının yürek kalemi ile tecrübe defterine not aldığı cümleler, söz olup dökülürken, büyük bir heyecan ile hediye paketini açtı. Hediye paketinin içinden çıkan ay yıldızlı kırmızı kumbarayı eline alarak babasının boynuna sarıldı, alnından ve ellerinden öperek teşekkür etti.


Berfin babasının kendisine verdiği bu kumbaraya, babasının nasihatlarını dinleyerek, hergün bir miktar para attı. Ay sonunda biriken bu parayı önceden tespit ettiği ihtiyaç sahibi başarılı bir öğrenciye ve yoksul bir aileye bağışladı. Mücadelelerinin ve sabrının meyvesini hayatının her safhasında toplayan Berfin, babasının ölümünün ardından da devam ettiği bu davranışıyla, birçok kişiye örnek olurken, bir o kadar kişininde geleceğe dair belirlediği hedeflerinin umudu oldu.


Son nefesine kadar yanından hiç ayırmadığı kumbarayla nice gençlerin, nice ailelerin umut ışığı olan Berfin'in bu örnek davranışını günümüzde de devam ettirenleri görünce çok mutlu oldum. Sosyal sorumluluk bilinciyle bu güzel hasleti ben de bir yaşam felsefesine dönüştürdüm. Ve gittiğim her yerde insanlara bu hikayeyi anlattım.


Toplumumuzun vazgeçemediği altın günlerinde onlarca pasta, börek israf ediliyor. Hem bu israfı engellemek, hem de bir umut ışığı olmak adına pastalara, böreklere edilen masraflarla ve damlaya damlaya göl olur misali kendi aramızda topladığımız meblalarla bir öğrenciye burs verebilir, bir yoksulun sofrasında ekmek, tuz olabiliriz. Tüm bunları yaparken gün arkadaşlarımızla, ailemizle istişare etmeyi ve yaşadığımız mahallede, köyde bizlerin bir tebessümüne ve bir güzel sözüne ihtiyacı olan nice insanlar olduğunu unutmamalıyız. Bu duygu ve düşüncelerle vatan, bayrak ve millet aşkıyla ülkesine can katan tüm canlara selam olsun...


 Emine KUREN

http://gullnamee.blogspot.com.tr


Yazılarımın izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması, yayınlanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur...

YED-İ BEYZÂM...

En kıymetlim; 'Yed-i Beyzâ' yani beyaz el Hz. Musa'ya verilen en büyük mucizeydi. Bu mucizeyle devrinin kötülüklerini yok etmek adına mücadele verdi. Arâf Sûresi 108. ayet başta olmak üzere birçok ayette bahsi geçen bu mucizeden yola çıkarak 2001 yılının Haziran A'nda dünyaya merhaba dediğin gün adını Beyzâ koyduk. 

Bana annelik duygusunu yaşatan en büyük mucizem; seni ilk kucağımıza aldığımızda beyazının saf ışıklarını saçtın dünyamıza... İşte o an huzur yağdı sağnak sağnak hayatımıza... Evimizin bitmez, tükenmez bereketi oldun adeta...

Peygamber Efendimiz'in kokusunu saçının her telinde ciğerlerime kadar hissettiğim yetimim; Peygamber Efendimiz'le aynı kaderi paylaştığın gün bir yaşındaki masumiyetinle yüzüme dokunup, burnumu öptüğünde hayatın imtihanlardan ibaret olduğunu, inanarak ve mücadele ederek bu imtihanların üstesinden gelebileceğimizi hissettirdin bana... Seninle birlikte adımladığımız hayat yolunda bazen acıları yudumladık gözyaşlarıyla bazen de mutluluğa kanat çırpardık sevinç çığlıklarıyla... Tüm bu yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz bize kalkan oldu hayatın engebeli yollarında... Ve her şeye rağmen mücadele etmemiz gerektiğini öğretti yılmadan, yorulmadan dua dua...

Kimi zaman kardeş, kimi zaman arkadaş, kimi zaman dost olduğumuz bir tanecik evladım; hem benim, hem babanın öğrenci olmasından dolayı ilk oyuncakların kalem, defter ve kitap oldu. Sana hamileyken ve seni dünyaya getirdikten sonra seninle sürekli konuştuk. Sana ninniler, türküler söyleyip, Kur'an okuduk. Tüm bunlardan olsa gerek 8-9 aylıkken emeklemeden yürüdün ve konuştun. 4 yaşındayken de kendi kendine okuma-yazmayı öğrendin. Günlük gazeteleri okurken sergilediğin davranışların yıllar geçse de gözlerimin önünden hiç gitmiyor.

Yoldaşım, sırdaşım, geleceğe dair hayallerimin başkahramanı; doğumundan bu yaşına kadar sergilediğin mücadelelerinin ve başarılarının bana her zaman onurunu, mutluluğunu yaşattın. Yine bir mücadelenin başarısı olarak İtalya'ya gideceksin. Bu gidişin kendine, ailemize, vatanımıza ve milletimize hayırlar getirsin.

Varlığı şükür sebebim Yed-i Beyzâm; milli ve manevi duyguları özde yaşayarak, örnek yaşantısıyla toplumun neferi olman duası ve temennisiyle Rabbimiz, Peygamber Efendimiz, melekler ve şehitler yoldaşın, yolun açık olsun. Beni bıraktığın yerde sevgiyle ve duayla seni bekleyeceğimi bilmeni istiyor, görüşmek üzere seni bana mucize kılan Allah'a emanet ediyorum. Seni Allah için çok seviyorum ve o güzel yanaklarından öpüyorum.

Seninle sonsuza dek birlikte olmak isteyen annen...

Emine KUREN

http://gullnamee.blogspot.com.tr

Yazılarımın izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması, yayınlanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur...

BİR AŞK HİKAYESİ


Evliliklerinin üçüncü ayında  tatil yapmak adına çıkmışlardı yola... Büyük bir heyecan ve mutlulukla arabaya binerken birbirlerine duydukları aşk gözlerinden okunuyordu adeta... Kat ettikleri yol aşklarını devleştiriyordu yürek atışlarında...


Direksiyon başındaki eşine dakikalarca baktıktan sonra eşinin saçını okşadı ve vitesteki elinin üzerine elini koyarak O'na duyduğu sevgiyi ve aşkı dillendirmeye başladı. Eşi de aynı şekilde duygularını dile getirdi. Karşılıklı dillendirilen duygular sel olup akarken yüreklerinden, fren sesi ve çığlıklar gökyüzüne yükseldi...


Karşı şeritten gelen tırın şoförü önündeki kamyonu sollayınca direksiyon hakimiyetini kaybederek genç çiftin bulunduğu arabaya çarpmıştı. Bu çarpma sonucu ağır yaralanan çift hastaneye kaldırılarak tedavi altına alınmıştı. Ali yaklaşık bir ay süren tedavinin ardından hastaneden çıksada Ayşe yoğun bakımdaki 6 aylık tedavi sürecinden sonra bitkisel hayata girmişti.


Hiç beklemedikleri anda trafik kazasıyla  hazanlar dökülmüştü 'iyi günde kötü günde' diyerek başlayan evliliklerinin ve mutluluklarının üzerine... Kor bir ateş düşmüştü büyük bir aşkla bağlandıkları yüreklerine...  Ya bu kor ateşini söndüreceklerdi ya da alevlenen kor ateşinde kaybolacaklardı...


Canı gibi çok sevdiği eşi Ayşe, artık bitkisel hayattaydı. Ayşe ile daha iyi ilgilenebilmek için evlerindeki bir odada yoğun bakım ünitesi kurdu. Her sabah uyandığında ilk önce Ayşe'nin yanına giderdi. Ayşe'nin kişisel bakımını yaptıktan ve ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra O'nunla konuşurdu. O'na günlük gazeteleri okur, sevdiği şarkılardan söylerdi. Tam yedi yıl boyunca sabır taşını göğsünün üzerine basarak, göz yaşında sevgisini sandal yapıp, ufka giden yolda kürek sallayarak ilgilendi Ayşe ile...


Herkes kendisi gibi sabırlı değildi. Aile bireylerinden şikayet geldikçe karısının üzerine kapanıp saatlerce ağlıyordu.  Böyle zamanlar da karısının nefesindeki sıcaklıkta şükür deryasına dalıyordu.


Melek Hemşire hastanede iki ayda bir yapılan tedavilerde en büyük yardımcısıydı. Moral kaynağı Melek Hemşire'yle dertleşmek az da olsa rahatlatıyordu. Yine birgün O'nunla dertleşirken eşinin vücudunda oluşan yaralara duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Dile getirirken gözyaşlarını tutamadı. Öyle ki bir ara hıçkırık sesleri hastane koridorunu inletti. Melek Hemşire bu zorlu yolda sabrının mükafatını mutlaka alacağını söyleyerek teselli etmeye çalıştı. Ve bittim noktasında kuluna yetişen Allah'ı hatırlattı. Yaşadığı tüm bu zorlukların ardından gelecek olan kolaylıkları ve güzellikleri anlattı.


Yıllar gözlerinden yaş olup akarken adı gibi karekteride melek olan hemşireden evlilik teklifi aldı. Bu evlilik teklifi karşısında çok şaşırdı, hüzünlendi. Günlerce düşündü. Avukat arkadaşlarına ve çevresine danıştı. Aile danışmanlarının gözetiminde ve arkadaşlarının desteği ile çocuk esirgeme yurdunda hayatı adımlamış Melek Hemşireyle evlilik sözleşmesi yaparak evlendi. Evlilik sözleşmesinde tek madde vardı. O da büyük bir aşkla bağlı olduğu ilk göz ağrısı ile ilgiliydi. Kaç yıl olursa olsun ilk göz ağrısına ölünceye kadar en güzel şekilde bakılacaktı.


Yaşantısıyla herkesin takdirini kazanmış Ali'nin yükü Melek Hemşire ile evlendikten sonra azalmıştı. Anne ve baba özlemiyle büyüyen Melek tüm bu özlemlerini hayatının anlamı Ali'de gidermişti. Canından çok sevdiği Ali'nin mutluluğuna mutluluk katmak, bitkisel hayattaki Ayşe ile daha çok ilgilenebilmek için görevinden de istifa etmişti. Bu fedakarlığı ile Ali'nin gönlünü feth etmişti.


Yıllar sonra baba olmanın mutluluğunu yaşamıştı. Uğrunda senelerce fedakarlık yaptığı ilk göz ağrısının adını verdiği kızı tüm acılarına merhem olmuştu... Melek Hemşire verdiği sözde durup ölünceye kadar Ayşe'ye bakarken ardı ardına dünyaya getirdiği 3 evladı gösterdiği fedakarlığın en büyük ödülü olmuştu.


Hayatın en kaçınılmaz gerçeğidir ölüm... Ayşe bu acı gerçeği trafik kazasından 20 yıl sonra yaşadı. Ali onu toprağın bağrına emanet ederken, ellerinden savrulan toprağa göz yaşları karıştı. Ali, Melek ve çocukları; bir araya gelme vesileleri Ayşe'nin mezarı başında saatlarce ağlayarak dua ettiler. Aşkı ve hayatı destanlaşan Ali ve O'na bu destansı hayatta dayanak olan Melek Hemşire de fedakarlığı ile tüm gönüllerde taht kurdu.


Hayatlarından yaşama dair dersler çıkardığımız tüm canları minnetle anıyorum...

(Gerçek Yaşam Öyküsü)


Emine KUREN

http://gullnamee.blogspot.com.tr

Yazılarımın izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması, yayınlanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur...